15 Haziran 2014 Pazar

DİN Mİ ? FELSEFE Mİ ? BATIL MI ? GERÇEK Mİ ?


OKULTIZM

 




Okültizm, geçmiş çağlarda doğa, evren, tesirler, insan ve evren ilişkileri ve gelecek hakkında gerek medyumnik yollarla gerekse aktarılagelen ezoterik tradisyonlar yoluyla edinilmiş derin bilgiler bütünü olarak tanımlanır.

Terim Latince’de "gizlemek, saklamak" anlamına gelen "occulere" sözcüğünden gelen, “gizli, saklı” anlamındaki occultus sözcüğünden türetilmiş olup, “gizli ve saklı olanın bilgisi” anlamına gelir. Buradaki “gizli ve saklı olan” ifadesi hem görünmeyen aleme, hem doğaüstü denilen fenomenlere ilişkindir. Okült sözcüğü okültizm adının sıfatı olup günümüzde "okültizm ile ilgili" anlamında kullanılır.

 EZOTERIZM

Ezoterizm bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara initasyon yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır.

Yunanca "iç, içsel" anlamındaki "esoterikos" sözcüğünden ya da "görüyorum, içsel olan, gizli olan" anlamlarına gelen "eisotheo" sözcüğünden türetilmiştir. Karşıtanlamlısı "egzoterizm"dir.


Ezoterizme göre, ezoterik bilgiler, yani hakikatler ve
sırlar, herkese açıklanmamalı, ancak belli eğitimlerden geçip o bilgileri almaya hak kazanmış, layık olmuş kişilere belirli bir zaman içerisinde derece derece açıklanmalıdır. Kimseye, değerini ve anlamını anlayamayacağı böyle bilgilerin verilmemesi gerektiği gibi, kimseye kaldıramayacağı, taşıyamayacağı bilgi de verilmemelidir. Çünkü taşıyamayacağı bilgi, kişiye bir yarar vermeyeceği gibi, zararlı da olabilir. Bu bilgiler belirli semboller ve alegoriler vasıtasıyla aktarılır.Yüksek bilgiler insanlara anlayış düzeylerine göre ve anlayış düzeylerinin ilerlemesine göre derece derece açılan bir sembolizme bürünmüş şekilde verilir. Bu durum kutsal metinlerde de geçerlidir.

Ezoterizm, sık sık, yanlışlıkla mistisizm ile karıştırılarak dinsel alana sokulmaktadır. Fakat ezoterizm, René Guénon'un belirttiği gibi, ne bir dindir, ne de bir dinin iç kısmıdır. Kaynağını herhangi bir dinden de almaz. Guenon'a göre, buna karşı gösterilebilecek tek istisna, yalnızca, temel dayanak noktalarını İslamiyet'ten almış olmakla birlikte, mistisizmle karıştırılmaması gereken İslami ezoterizmdir. İslami ezoterizmde "ezoterik" ve "ezoterist" terimleri yerine "bâtınî" terimi kullanılır.

Tarihsel planda genel olarak, 'ezoterik bilgi' belirli grupların, farmasonlar gibi, dışarıdakilerden (halktan) sakladığı bilgiyi tanımlamakta kullanılmıştır. Son zamanlarda, okült ve mistik öğretilerin halka daha fazla yansıması ile beraber, daha farklı bir ezoterik anlayış önem kazanmıştır; ancak ferasetli ve farkında bir azınlık tarafından anlaşılabilen kompleks ve güç bir tür bilgi. Bu anlayışta, ezoterik bilgi çoğunlukla dışarıya dair bilgilerden farklı ve uzak olan derin, kişinin içinde sakladığı bir tür hikmettir

•    Gizli Öğreticilik, Ergün Arıkdal
•    Gizli Sırlar Öğretisi, Sınır Ötesi Yayınları, Ergun Candan
•    İnisiyasyona Toplu Bakışlar, René Guénon
•    Dharma Ansiklopedi, Dharma Yayınları
•    Oxford Dictionary of English, 2003



PANTEIZM

Panteizm ya da tüm tanrıcılık (doga tanrıcılık, kamu tanrıcılık ) evrenin bütününü Tanrı olarak kabul eden felsefi görüştür. Panteizm'de, pan-enteizm'den (kamusaltanrıcılık) farklı olarak her şey Tanrı'nın bir parçası olarak kabul edilir, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Tanrı'nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır.

PANDEIZM

Panteizmin deistik formudur.Spinoza ağırlıklı Panteizm algılayışına göre, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Tanrı-evren-insan ayırımı yoktur, böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. Tanrıbilimsel olarak; Tanrı, evren ve insan; birdir, aynıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, herhangi bir yaratmadan da söz edilemez. Spinoza'nın bu görüşü, ailesinin göç ederek ayrıldığı Endülüs İspanya'sındaki ünlü mutasavvıf Muhiddin-i Arabî'nin etkisiyle oluşmuştur. Bilindiği gibi, Arabî'nin görüşü "Vahdet-i Vücut" olarak ileri sürülmüştü. Ancak birçoklarının sandığının aksine, Spinoza'nın Panteizmi ile Arabî'nin Vahdet-i Vücut anlayışı birbirinin aynı değildir. Spinoza'da, Tanrı evrendedir ve evren kadardır. Arabî'de ise Evren, Tanrı'dadır ve bu durum Tanrı 'yı sınırlamamaktadır.
İngiliz düşünürü White Head'e göre, Tanrı'nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla devinimi başlatmıştır ve evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış olsaydı; ilk devindirici, özgür, öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı, değişme ve oluşma sürecinin içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı'nın evrende içkin (evrenin maddesine karışmış, evrenin içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı'da içkin olduğunu söylemek, Tanrı-evren ilişkisinin karşılıklı olduğunun farkına varışın göstergesidir.
Süreç felsefesi olarak da ifade edilen ve White Head 'le başlayan bu akıma Pan-enteizm ya da Diyalektik teizm denir. Pan-enteizme göre Tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen (göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında; hem sonlu, hem de sonsuzdur. Aynı zamanda hem tikel, hem tümel; hem neden, hem sonuçtur.
Hartshorne, Tanrı'nın bir soyut bir de somut iki yüzü olduğunu söyler. Soyut niteliğiyle Tanrı; mutlak, etkilenmez, erişilmez ve değişmezdir. Somut yanıyla ise etkilenir ve değişir. Tanrı bu iki niteliğinde de yetkindir. Ancak bu yetkinlik klasik Teizmdeki gibi değildir. Oradaki yetkinlik, değişmeyen donmuş bir yetkinliktir. Buradaki yetkinlik değişir, ancak bu değişme Tanrısal bir değişmedir. Yani yetkinliğe doğru değil, yetkinlik içinde bir değişmedir. Bu tanımla Pan-enteizm, hem Deizmden hem de Panteizmden ayrılır.
Özet olarak; Panteizm ile Pan-enteizm arasında önemli bir fark vardır. Panteizmde her şey tanrıdır. Pan-entezimde ise, her şey Tanrı'dan sudur etmiştir (oluşmuştur). Ruhun tek amacı, oluştuğu Tanrı'ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan evrim/tekamül'den geçmektir.


Vahdet-i Vücud ( Varlık Birliği )

Varlık birliği ya da Vahdet-i Vücud, tasavvuf düşüncesinde, yaratılanla yaratanla yaradılanın tek kaynaktan geldiğini ve bir olduğunu savunan görüştür.
Vahdet-i vücud tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn Arabi'nin eserlerinde geçmez. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabi'nin öğrencisi Sadreddin Konevi'dir.
Felsefi anlamda varlık üzerine yapılan tartışmalar İslamiyet'in doğuşundan çok sonra, özellikle Yunan felsefesiyle gerçekleşen temaslar sonucunda ortaya çıkmıştır. İslam coğrafyasında özgün bir epistemoloji ve terminoloji geliştiren kelamcılar, filozoflar ve sufiler varlık konusunda kimi zaman birbirine yaklaşan, kimi zaman da sert tartışmalara varacak kadar ayrımlaşan görüşler öne sürmüşlerdir. Tanrı'nın varlığı "varlık" yönünden bakıldığında tek ise bu durumda onun varlığı dışındaki diğer tüm varlıkların varlığı hangi anlamda bir "varlık"tır sorusu kafaları meşgul etmiş, bazı filozoflar Tanrı'nın varlığını "Mutlak varlık", diğer tüm yaratılmışları ise var olup olmama açısından mutlaklık taşımadığı için "Mümkün varlık" şeklinde tanımlayan bir ayrım yapmışlar ve aralarında bazı farklılıklar olsa da kelamcılar ve filozoflar bu ayrımı zihin dışında, ontolojik bir ayırım olarak algılamışlardır. Vahdet-i vücud taraftarı sufiler ise bu ayırımın zihni bir ayırım olduğu, esasında varlığa bu şekilde bir ayrım getirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar varlık birliği düşüncesinde Tanrı ve kullar arasında Tanrı'nın "Tanrılığı" kulun "yaratılmışlığı" korunuyor olsa da bir kısım istisnaları bir kenara bırakacak olursak özellikle fıkıh, hadis, tefsir gibi dini ilimler alanındaki bilginler bu anlayışın yaratıcı ile kul arasındaki farkı ortadan kaldıracak ve tüm dini emir ve yasaklara kayıtsızlığa sevk edecek bir sapkınlığa yol açacağı endişesine kapılmışlardır.

Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kaimun bizatihi) varlık (vücut) birdir o da Hakk Teâlâ'nın varlığıdır. Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. Ancak,Hak, zatı itibariyle değil; sıfat ve fiilleri itibariyle bütün suret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecelli etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır. Vahdetivücut Panteizm'deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sadece içkinliğini savunmaz. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddi bir bütünlüğü tasavvur etmez ve savunmaz.


Tarihte Varlık birliği


Muhyiddin İbn Arabî ve vahdetivücut ekolünün tarihteki tesirlerinin en çok görüldüğü coğrafya Anadolu olmuştur. Endülüste doğup büyüyen Muhyiddin Arabi Anadolu'da yaptığı seyahatler esnasında Konya, Kayseri, Malatya, Sivas ve Aksaray gibi şehirlerde bulunmuş, oranın bilginleriyle görüşmüş, öğrenciler yetiştirmiştir. Bunların arasında en ünlüsü ve hocasının görüşlerini yaptığı şerhler ve izahlarla gelecekteki nesillere taşıyan kişi Sadreddin Konevi'dir. Annesiyle yaptığı evlilik sebebiyle aynı zamanda Muhyiddin Arabi'nin üvey evladı da olan Konevi yazdığı çok sayıda eserle vahdetivücut düşüncesinin de ilk sistematik izahını yapan kişidir.
Osmanlılarda, İznik'te ilk medreseyi kuran ve ilk Şeyhülislam olan Molla Fenarî'nin, Muhyiddin Arabi'nin Fusûs adlı eserinin de şarihi bir Ekber olması sebebiyle, vahdetivücuda karşı, Osmanlı topraklarında uzun süre doğrudan eleştiri yapılamamış; hatta İbn-i Arabi'ye karşıtlığıyla bilinen Şeyhülislam Çivizâde Mehmed Efendi görevinden azledilmiştir. Bu dönemde Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'in emriyle İbn Arabi'ye yöneltilen itirazların cevaplandırıldığı Farsça bir kitap dahi kaleme alınmıştır. Ancak 17.yüzyıldan sonra bu durum değişmeye ve vahdetivücuda yönelik eleştiriler artmaya başlamıştır.
Sadreddin Konevî'den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü Türkiye'de devam ettiren kişilerden bazıları:

1.    Dâvûd-i Kayserî (v. 751/1350): Konevî'nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî'nin talebesidir.
2.    Molla Fenârî (v. 834/1430): Babası Konevî'nin halifelerindendir.
3.    Muhammed Kutbuddin İznikî (v. 855/1450): Molla Fenârî'nin talebesidir.
4.    Yazıcızâde Muhammed Efendi (v. 855/1451): Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.
5.    Cemal Halvetî (Çelebi Halife, v. 912/1506): İbn Arabî'nin iki beytini şerh etmiştir.
6.    İdris Bitlisî (v. 926/1520).
7.    Sofyalı Bâli Efendi (v. 960/1552): Füsûs şârihi.
8.    Üftâde Muhammed Muhyiddîn (v. 968/1580): Bursalı ve Celvetiye Tarikatı büyüklerindendir.
9.    Aziz Mahmud Hüdâyi (v. 1038/1629): Üftâde Hazretlerinin talebesidir.
10.    Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi (981/1578).
11.    İsmail Ankaravî (v. 1041/1631): Meşhur Mesnevî şârihidir.
12.    Abdullah Bosnevi (v. 1046/1636): Füsus şârihidir.
13.    Sarı Abdullah Efendi (v. 1071/1660).
14.    Karabaş Veli (Ali Alâeddin Atvel, v. 1097/1685).
15.    Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (v. 1102/1690).
16.    Niyâzî-i Mısrî (v. 1105/1693): En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.
17.    İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1724).
18.    Nasuhî Mehmet Efendi (v. 1130/1717).
19.    Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (v. 1196/1781).
20.    Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin (v. 1299/1881).
21.    Muhammed Nuru'l-Arabi (v. 1305/1887).
22.    Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî (v. 1311/1893): Tercüme-i Cânibü'l-Garbi fî Halli Müşkilâti   İbn Arabî adlı bir eseri vardır.
23.    Salahaddin Yiğitoğlu (v. 1937).
24.    Ahmet Avni Konuk (v. 1938).
25.    Nuri Gençosman (v. ?).

•    Ahmed Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem tercüme ve Şerhi, haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı,     İstanbul, 1994
•    İsmail Fenni Ertuğrul - Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991
•    Mustafa Kara - Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 2004
•    Mustafa Tahralı - Muhyiddin İbn Arabi ve Türkiye'ye Tesirleri
•    Şeyh Mekki Efendi ve Ahmed Neylî Efendi - İbn Arabi Müdafası, İstanbul,2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder